Önce Bakan Bey kısa bir konuşma yaptı; ardından katılımcılar görüşlerini beyan etti, bazen de sorular sordu. Babacan'ı dinlerken dikkatimi çeken en önemli noktalardan biri şuydu: Türkiye, dış politikada çok hızlı ve çok aktif bir rol üstlendi. O kadar ki çeyrek asra sığdırılan pek çok önemli gelişme, üç-beş senede yaşandı adeta. Bu durumun gelişen teknoloji ve hızlanan iletişim imkânlarıyla da ilgisi bulunmakta. Sebep ne olursa olsun gerçek şu ki, artık Türkiye "dört tarafı düşmanlarla çevrili ülke" olmaktan çıkıyor, herkesle belli bir diplomatik temas kuran, uluslararası problemlerde arabuluculuk yapan, sorun olmaktansa çözüme katkı sağlayan bir ülke durumundayız artık.
Dış politikada inisiyatif aldığımız hadiseleri bir çırpıda sayabilirsiniz. Mesela Afrika Zirvesi, İran'la ilgili arabuluculuk, Suriye ile İsrail'in bir araya getirilmesi, Şam'da düzenlenen dörtlü zirve, Kafkas Platformu için yapılan temaslar, millî maç vesilesiyle Ermenistan konusunda atılan adımlar... Bir yandan Cumhurbaşkanı, diğer yandan Başbakan, öbür taraftan Dışişleri Bakanı, teknokratlar, diplomatlar... Bütün bu temaslar arasında Türkiye'nin bir de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ne üyeliği için sarf edilen çabalar var. Babacan, kısa konuşmasının satır arasında, göreve geldiği andan itibaren 140 dışişleri bakanıyla görüşme yaptığını söyledi. Az buz bir şey değil bu; sıkı bir çalışma, yoğun bir gayret sarf ediyor Türkiye.
Dışişleri Bakanı geniş bir istişare toplantısı yapar da konu Avrupa Birliği sürecine gelip dayanmaz mı? Tabii ki aslî konulardan biri AB süreciydi. Bakan Bey'e eleştiriler de yöneltildi; yol gösterenler de oldu. Ali Bey gayet kibar, eleştiriye açık bir insan; notlar aldı, cevaplar verdi, bazen de söylenenleri tasdik etti. Ulusal Program, hem kâğıda basılı bir şekilde hem de dijital ortamda katılımcılara dağıtıldı. Ve Babacan, bundan sonraki yol haritasını izah etti. Tek kelimeyle yararlı bir istişareydi; hem katılımcılar açısından hem de davet edenler zaviyesinden...
AB sürecinde "heyecan eksikliği" sık sık dile getirildi ve hükümetin politikalarına ağır tenkitler yapıldı. Bunların bir kısmına katılmamak mümkün değil; keşke Türkiye iç siyasî çalkantılardan ve işe yaramaz polemiklerden yakasını bir an önce kurtarsa ve AB gibi geniş ufuklu projeler üzerine daha çok kafa yorabilse. Ancak, ısrarla yapılan bir yanlışa da değinmek gerekiyor. Bazı kesimler AB sürecini hükümet(ler)in tek başına götürmesi gereken bir politikaymış gibi davranıyor. Bazı sivil toplum sözcüleri, AB konusunda hükümete adeta amele muamelesi yapıyor. Onları dinlerken sanıyorsunuz ki AB, sadece hükümetlerin işi. Tabii ki süreci iktidarlar yönetecek ama ona destek vermesi gerekenler yeterince doğru politikalar geliştirdi mi? Mesela AB sürecini engellemek isteyen statükoya sivil toplum yeterince karşı çıktı mı? "AB, bir hükümet değil devlet politikasıdır" demesine rağmen bu yolu sürekli tıkamaya çalışan muhalefet partilerine AB destekçisi sivil toplumdan tek satırlık itiraz yükselmiyor.
Dünkü gazetelerin birinci sayfalarında bu çelişkileri unutturacak ortak bir fotoğraf kullanıldı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile anamuhalefet lideri Deniz Baykal, samimi ve sevecen bir edayla Söğüt'teki programda görünüyorlardı. İşte bu! Farklı düşünmek ille de kavga etmek anlamına gelmiyor ki. N'olur farklı düşüncelerin zenginliği içinde birlik-dirlik mesajları verilebilse, bencillik ve parti popülizmi kokan tavırlar bir kenara bırakılabilse... Böyle bir atmosfer yakalandığında Babacan'ın sırtındaki yük de hafifler, fena mı olur?
|